28 Mayıs 2016 Cumartesi

ŞİRK DİNİ - ALİ ŞERİATİ



Tağutperestliğin ilk ve açık şekli şirktir. Günümüzde Afrika’da bu din mevcuttur. Birden çok tanrıya inanmak, güzel boncuklara tapmak, her kabilenin kendine ait bir ‘tabu’ya ve kutsal bir hayvana ibadet etmesi demek olan bu din, hala bazı yerlerde mevcuttur.
Açık ve aşikâr olan mele’ ve mütref dini olan tağutperestlik ile mücadele etmek kolaydır. Ancak tarihte olduğu gibi, tevhid adı altında faaliyet gösteren ve tağuta ibadeti Allah’a ibadet adı altında gerçekleştiren şirkin ikinci şekli olan gizli şirk ile mücadele etmek oldukça zordur.
Şu soruya cevap verilebilirse, İslâm tarihindeki pek çok sorun hatta sosyal sorunlar bile çözülebilir: Hz. Muhammed de Hz. Ali de aynı dini tebliğ ettiler, neden biri başarılı oldu, biri başarısız oldu?
Miladî 7. asırdaki Arap toplumunda, din İslâm dini, Kur’an aynı Kur’an, Allah aynı Allah, dil aynı dil, zaman aynı zaman, toplum aynı toplum, Hz. Muhammed de Hz. Ali de insanları aynı şeye davet ettiler; fakat biri muvaffak oldu diğeri olmadı, neden?
Sorduğum bu soruya bazıları, şöyle korkunç cevaplar vermişlerdir: “Ali, uzlaşmacı değildi, haksız olanlarla uzlaşma yoluna gitmezdi, baskıyı ve zulmü kabul etmezdi, katı idi…” İyi ama muvaffak olan Hz. Muhammed de böyle davranmıyor muydu?
Doğrudur, Hz. Ali’nin başarısızlığında bu sebeplerin etkisi vardır; fakat bu sebepler konuyu tam olarak açıklamamaktadır. Bu sorunun cevabı, Peygamber zamanında olmayan fakat Hz. Ali zamanında var olan bir sebepte aranmalıdır. Aşikârdır ki bu sebep, ırk, kabile, hanedan ve sınıf esasına dayanan ve dönemin mele’ ve mütrefîni Kureyş kabilesinin elindeki araç olan tağutperestlik ve şirk dinidir.
Şirk dini, Peygamber döneminde açık ve netti. Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ebû Leheb, putların kendilerine ait olduğunu, Kureyş ticaretinin devam etmesi için Kâ’be’yi korumaları gerektiğini, Kureyş hâkimiyetinin ve ticaretinin putlara dayalı olduğunu, dünyada ve Arap kabileleri arasındaki üstünlüklerinin, makamlarının ve haysiyetlerinin Kâ’be’ye ve putlara bağlı olduğunu açık bir şekilde söylüyorlardı. Onlar diyorlardı ki, bu putlar ve onlarla ilgili efsaneler, bize atalarımızdan miras kalmıştır, dolayısıyla onları hiçbir şeyle değiştiremeyiz, onları savunmak zorundayız. Onlar, bu görüşlerini açıkça söyledikleri için kendileri ile mücadele etmek ve onlara karşı muvaffak olmak kolaydı. İşte Peygamber’in muvaffak olmasının sebebi budur.
Ben, tarihî ve sosyolojik esaslara göre konuşuyorum, gaybî sebepleri ne ben bilebilirim ne de başkası. Hz. Ali bütün bu şirk unsurlarıyla savaşıyordu, fakat bu unsurlar bir örtü altında gizliydi.
Bu örtü, şirk muhafızlarının yüzündeki tevhid perdesiydi. Hz. Ali’nin kendilerine kılıç çektiği Kureyşliler, putların değil Ka’be’nin muhafızları idiler. Onlar mızraklarının ucuna muallakat-ı seb’ayı değil Kur’an’ı takıyorlardı. Böyleleri ile mücadele etmek daha zordur. Bu dönemde şirk ne yapmaktadır? Cihada gitmekte, İslâmî fetihler yapmakta, mihrabı vardır, görkemli camiler yapmakta, bu camilerde cemaatle namaz kılmakta, Kur’an okumakta, bütün âlimler ve kadılar kendisine tabidir ve Peygamber dinin savunucusu ve yücelteni olarak görünmektedir. Oysa içi şirktir.
Dost görünüşlü bir düşman olan, takva ve tevhid elbisesi içindeki şirk ile mücadele etmek zordur; hem de o kadar zordur ki, Hz. Ali bile ona karşı mağlup olmuştur. Tarihteki bütün toplumsal olayların ve ıslahat hareketlerinin liderleri, milletlerine saldıran yabancı ve belirgin düşmanları kolaylıkla etkisiz hale getirebilmişlerdir. Bu liderler, büyük güçlerine rağmen yabancı düşmanları yok edebilmişlerdir. Ancak dünyanın en büyük ordularını mağlup eden bu kahramanlar, milleti perişan eden ve sıkıntıya düşüren ve sayısı oldukça az olan dâhilî düşmana yenilmişlerdir. Nitekim S. Radhakrishnan şöyle demiştir: “Kaba kuvvet ve hile, takva elbisesi giydiğinde, dünyanın en büyük gücü ve faciası meydana gelmiş demektir.”
Öyleyse şirk dininden söz ettiğimizde, aklımıza geçmişte yaşanmış olan ve hayvan, ağaç ya da heykellere tapınmaktan ibaret olan şirk gelmemeli. Nasıl olsa, İbrahim ve Peygamber söz konusu şirk dinini yok etmişlerdir de dememeliyiz. Zira şirk, mele’ ve mütrefînin istismar ettiği her türlü dinî duyarlılık demektir. Bu sebeplerden dolayıdır ki, 17 ve 18. yüzyılın ve yeniçağın aydınları, bu dine karşı çıkmış ve muhalefet etmiştir. İnsanların, perişanlık, sıkıntı, zillet, zaaf içinde ve iradesiz bir şekilde yaşamalarına neden olan ve halkı ırklara, gruplara ve tabakalara ayıran yapıyı muhafaza eden bu dinle mücadele etmişlerdir. Onlar: “Bu din, insanların ilerlemesine, özgürlüğüne ve birlikteliğine karşıdır.” şeklindeki görüşlerinde haklıydılar. Dinin kenara itilmesinden sonra göz kamaştıran gelişmelerin vuku bulması, Avrupalı aydınların bu görüşünü teyit eden bir tecrübedir.
Özgürlük isteyen bu aydınlar, insanın, hurafelerden, zilletten ve din adıyla ortaya çıkmış olan bu zehirli uyuşturucudan kurtulması için mücadele ediyorlardı. Ancak bu aydınlar, biz din mensupları gibi, bir noktada yanılıyorlardı. Aydınların yanılgısı şuydu: Tarihte yer alan her tür ibadeti, mabedi, cihadı, kutsal savaşları, haçlı savaşlarını ve İslâm cihadını ayrım yapmadan hepsini din adı altında değerlendirdiler. Zaman zaman bizim de böyle yaptığımız vakidir.
Hâlbuki daha öncede söylediğim gibi İslâm, inkılabî bir dindir ve şirki kabul etmemektedir.

Ali ŞERİATİ



20 Mayıs 2016 Cuma

VAHİY KİTABI - FRİEDRİCH ENGELS






İncil’in tarih ve dil açısından eleştirisi, Yeni ve Eski Ahit'i oluşturan çeşitli yazıların çağını, kökenini ve tarihsel değerini inceleyen bilimi, olabildiğince gizli tutmaya çalışan birkaç liberal tanrıbilimci dışında, bu ülkede hemen hemen hiç kimse bilmez.

Bu bilim hemen hemen yalnızca Alman’dır. Ayrıca Almanya'nın sınırlarını aşan küçük bir bölümü de pek yetkin değildir; önyargısız, tamamlayıcı ve aynı zamanda Hristiyan olmakla övünen bu eleştiridir. Kitaplar, diyor bu eleştiri, tam olarak Kutsal Ruhun vahiyleri değil, insanın kutsal ruhunun aracılığıyla gelen tanrısalın vahiyleridir vb. Bunun içindir ki Tübingen okulunun temsilcileri (Bauer, Gfrörer, vb.) İngiltere'de olduğu kadar Hollanda ve İsviçre'de de beğenilmektedirler ve daha ileri gidilmek istenirse, Strauss da izlenebilir. Alman eleştirmenlerin zavallı bir aşırmacısından başka bir şey olmayan ünlü Ernest Renan'da egemen olan şey, aynı hoşgörücü, ama tam tarihe karşı düşünüştür. Bü­tün yapıtlarının açığa vurduğu, düşüncelerin estetik duygusallığı ve tümünü kaplayan dil cilası dışında hiçbir şey kendisinin değildir.
Bununla birlikte Ernest Renan iyi bir formül buldu: "İlk Hristiyan toplulukların ne olduğu konusunda doğru bir fikir edinmek istiyorsanız, onları günümüzdeki din topluluklarıyla karşılaştırmayınız; bunlar daha çok Uluslararası Emekçiler Birliğinin yerel şubelerine benzerler." Ve bu doğrudur. Hıristiyanlık, yığınları, bugünkü sosyalizmin yaptığı gibi, çoğu mezhep biçimi altında ve daha çok da -kimileri daha açık, kimileri daha belirsiz ve belirsiz olanların büyük çoğunluğu oluşturduğu- çelişkili bireysel görüşler kanalıyla ele geçirdi; ama bunların tümü de egemen sisteme, "var olan güçlere” düşmandı.

Örneğin Vahiy Kitabımızı alalım; onun daha karanlık ve daha gizemli olmadığını, Yeni Ahit'in tümünün en yalın ve en açık kitabı olduğunu göreceğiz. Şimdilik okurdan, yavaş yavaş kanıtlayacağımız şeye, yani onun İS 68 yılında ya da Ocak 69'da yazıldığına ve bu yüzden onun yalnızca Yeni Ahit'in, tarihi gerçekten bilinen tek kitabı değil, aynı zamanda bu Ahit'in en eski kitabı olduğuna inanmasını istemek zorundayız: bu kitapta, 68'deki hıristiyanlığın yüzünü bir aynada görüyor gibiyiz.

İlkin mezhepler ve gene mezhepler. Yedi Asya Kilisesine Mektuplarda en azından üç mezhebin sözü ediliyor ve bunlar hakkında başka hiçbir şey biliniliyor: Nikolayitler, Balaamitler ve burada Jezabel adıyla simgelenmiş bir kadının müritleri. Bu üç mezhebin, kendi üyelerine, putlara kurban ettikleri şeyleri yemeyi vaat ettikleri ve kendilerini ahlaksızlığa verdikleri iddia edilir. Her büyük devrimci devinimde "serbest aşk" sorununun ilk planda ortaya çıkması dikkate değer bir olaydır; insanlığın bir bölümü için artık hiçbir gerekliliği kalmayan eski geleneksel zincirlerin atılması devrimci bir ilerlemedir; başka bir bölümü için de, er- 190 kek ve kadın arasındaki her türlü ahlak gevşekliğini örtmek için hoş karşılanan ve çok elverişli bir öğretidir. Bu sonuncular, yani darkafalılar, burada kısa bir süre sonra üstün olmuş gibi görünüyorlar; çünkü, her zaman, Yahudilere ve Hristiyanlara sert bir biçimde yasaklanan "zina", geri çevirmenin tehlikeli ya da en azından tatsız olabileceği "putlara kurban edilen ürünü” yemek olayı ile bağlantılı olarak konulmuştur. Bu da apaçık gösterir ki, burada sözü edilen serbest aşkın çömezleri, genel olarak herkesin dostu olmaya çabalıyorlardı ve onların hiç de şehit olma yetenekleri yoktu.

Bütün öteki büyük devrimci devinimler gibi, Hristiyanlık da yığınların eseridir. Filistin'de yeni mezheplerin, yeni dinlerin, yeni peygamberlerin yüzlercesinin ortaya çıktığı bir çağda, bizim hiç bilemediğimiz bir biçimde doğdu. Gerçekte söz konusu olan yalnızca bu mezheplerin en ilericilerinin kar­şılıklı sürtünmesinden kendiliğinden doğan, daha sonra İskenderiyeli Yahudi Filon'un teoremlerinin eklenmesiyle ve daha sonra da geniş çapta stoacı sızmalarla bir öğretiye dö­nüşen ortalama bir olaydır. Öğreti ele alındığında, gerçekten de, Filan hıristiyanlığın babası diye adlandınlıyorsa, Seneca onun amcası oldu. Yeni Ahit'in bütün olarak birçok bölümü, onun yapıtlarından hemen hemen sözcüğü sözcüğüne kopya edilmiş gibi görünüyor. Öğretiyi ilgilendiren bütün bu öğelerden bizim Vahiy Kitabında iz bile yok. Orada Hristiyanlığı, bize saklanmış en ilk biçimi altında buluyoruz. Orada vurgulanmış olarak dogmanın tek bir noktasından başka bir şey bulunmuyor: o da, inananların İsa'nın kurban edilmesiyle kurtuldukları. Ama nasıl ve niçin, bu, tümüyle açıklanamayan bir şey. Buradaki tanrının ya da tanrıların kurbanlarla kazanılabileceği düşüncesi, Yahudilerin ve puta tapanların eski düşüncesinden başka bir şey değildir; bu düşünce, burada, İsa’nın ölümünün büyük, kesin olarak yeterli kurban olduğu (Hristiyanlığı gerçekten bir evrensel din yapan) özgül Hristiyan düşüncesine dönüşmüştür.

İlk günahtan hiçbir iz yok. Teslis üzerine bir şey yok. İsa "kuzu"dur, ama tanrının buyruğu altındadır. Gerçekten de bir paragrafta ( 15, 3) İsa, Musa ile aynı planda konulmuştur. Biricik bir kutsal ruh yerine, "tanrının yedi ruhu" (3, 1 ve 4, 5) vardır. Katledilen azizler (şehitler) tanrıdan, onların intikamım almasını isterler: "Ey kutsal ve gerçek efendi, yeryüzünde olanları yargılamayı ve onlardan kanımızın intikamım almayı ne kadar erteleyeceksin?" (6, 10)  böyle bir duygu, daha sonra, hıristiyanlığın teorik ahlak yasasından özenle çıkarıldı, ama uygulamada Hristiyanlar puta tapanlara üstün gelir gelmez bir o kadar şiddetle de uygulandı.

Doğası gereği Hristiyanlık, Yahudi dininin bir mezhebinden başka bir şeyi temsil etmez. Böylece Yedi Kiliseye mektuplarda şöyle deniyor: "kendilerine Yahudi diyen" (Hristiyan diyen değil) "ama Yahudi olmayıp şeytanın bir sinagogu olanların saygısızlığım biliyorum" (2, 9); gene (3, 9) "sana şeytanın sinagogundan olup da kendilerinin Yahudi olduklarını iddia eden ve Yahudi olmayanlardan kimilerini teslim ediyorum". Yazarımız, İS 69'da, devrimin başlıca öğelerinden biri olmaya ayrılmış dinsel evrimin yeni bir aşamasını teslim ettiğini hiç bilmiyordu. Bundan dolayı, azizler, tanrının tahtı önüne çıktıkları zaman, önce on iki aşiretin her birinden 12.000 olmak üzere 144.000 Yahudi geçiyor ve ancak onlardan sonra, Yahudi dininin bu yeni aşamasına katılan puta tapanlar huzura alınıyor.
İşte, Yeni Ahit'in en eski ve gerçekliği kuşkuya yer vermeyen tek kitabının anlattığı biçimiyle 68 yılında hıristiyanlığın görünüşü böyleydi. Bu kitabın yazarının kim olduğunu bilmiyoruz. Jean bile "havarilik taslamıyor, çünkü ''Yeni Kudüs"ün temellerinde "İsa’nın on iki havarisinin adlan" bulunuyor (21, 14). Öyleyse kitabı yazdığı zaman onların daha önceden ölmüş olmaları gerekiyordu. O, Yahudi’ydi, bu Yeni Ahit'in öteki kitaplarında olduğundan daha çok gramer yanlışıyla kaynayan Yunancasının her yerinde görülen İbrani şivesi açıkça ortaya çıkıyor. İçerdikleri bütünüyle çelişkili öğretiler tarafından daha önce kanıtlanmadığı durumda, dil "Jean'ın İncilinin”, Jean'ın mektuplarının ve bu kitabın en azından üç ayrı yazan olduğunu besbelli bir biçimde gösteriyor.

Hemen hemen bütün vahyin konusu olan anlaşılmaz kerametleri (vision), genellikle sözcüğü sözcüğüne Eski Ahit'in klasik peygamberlerinden ve kendilerinden sonra gelen taklitçilerinden alınmıştır - bu taklitçiler de (İÖ yakla­şık 190'da yazılmış ve birkaç yüzyıl önce olmuş olayların kehanetini yapan) Daniel'in kitabından başlayarak İsa'dan hemen önce yazılmış gerçekliği kuşkulu Grekçe bir yapıt olan "Enoch'un Kitabı"na kadar gider. Kitabın orijinal düzeni, hatta aşırılan kerametlerin zincirlenişi son derece zayıftır. Profesör Ferdinand Benary 1841'de Berlin Üniversitesinde bir dizi ders verdi; bundan sonrasını o derslerden alıyorum: Benary, bu derslerde, yazarımızın sözde kerametlerini nerden aldığını bölüm bölüm ve satır satır gösteriyordu. Öyleyse bizim "Jean"ın tüm budalaca buluşlarını izlemenin bir yaran yok. Dikkate değer bir kitabın gizemini açıklayan noktaya hemen gelmek daha iyi.

Bin sekiz yüz yıldan daha sonra hala kehanetlerinin ger­çekleşmesini bekleyen bütün Ortodoks yorumcularıyla tam bir çelişki içinde, "Jean" şunları söylemeyi bırakmıyor: "Zaman yakındır, bütün bunlar kısa bir süre sonra olacak". Ve bu da özellikle önceden haber verdiği ve kuşkusuz seyretmeyi umduğu bunalımla ilgili.

Bu bunalım, başkalarının adlandırdığı biçimiyle, tanrıyla "Deccal" arasındaki kesin büyük çarpışmadır. Belirleyici bölümler 13. ve 17. bölümlerdir. Yararsız süsleri bir yana bı­rakalım: "Jean" yedi başlı ve on boynuzlu (boynuzlar bizi ilgilendirmiyor) bir hayvanın denizden çıktığını görüyor. "Baş­larından birisi ölesiye yaralanmış görünüyordu; bu ölümcül yara iyileşti". Bu hayvan Tanrı ve İsa yanında kırk iki ay sü­reyle (yedi kutsal yılın yansı), yeryüzünde efendi olarak hü­küm sürecek ve bu zaman içinde bütün insanlar bu hayvanın imini ya da adının sayısını sağ ellerinde ya da alınlarında taşımak zorunda olacaklardı. "İşte bilgelik. Zeki olan hayvan sayısını hesaplasın; çünkü sayı, bir insan sayısıdır ve sayısı altı yüz altmışaltıdır."

İkinci yüzyılda, lrene, yaralanmış ve iyileşmiş hayvanın İmparator Neron'u imlediğini de biliyordu. Neron Hristiyanların ilk büyük zalimi oldu. Ölümünde, özellikle Akya'da ve Asya'da, onun ölmediği, yalnızca yaralandığı ve bir gün yeniden ortaya çıkacağı ve terörü bütün dünyaya yayacağı söylentisi yayıldı (Tacitus, Hist. 11-8). Aynı zamanda, lrene, başka bir yorum biliyordu; buna göre ad, 666 yerine 616 sayısını veriyordu.

17. bölümde yedi başlı hayvan, bu kez, üzerinde, iyi bilinen un renkli kadın olarak yeniden ortaya çıkıyor; okurun kendisi kitapta bu kadının gönül alıcı betimlemesini bulabilir. Bir melek Jean'a şöyle der: "Görmüş olduğun hayvan var oldu ve o, artık yok… Yedi baş, üzerinde kadının oturduğu yedi dağdır. Aynı zamanda yedi kraldır. Beşi düştü, geriye bir tane kaldı ve diğeri de henüz gelmedi. Geldiği zaman, az zaman kalmış olacak. Ve eskiden olan ve artık olmayan hayvanın kendisi sekizincidir ve o yedi tanedir... Ve görmüş olduğun kadın yeryüzü kralları üzerinde hüküm süren büyük kenttir." . Bu pasaj bize iki açık bilgi sağlıyor: 1. lal rengi bayan, dünyanın kralları üzerinde hüküm süren büyük kent, Roma'dır, 2. kitabın yazılığı dönemde, altıncı Roma imparatoru hüküm sürmektedir, ondan sonra kısa bir süre hüküm sürecek bir başkası gelecektir, sonra da gizemli sayının adını içerdiği ve lrene'nin de onun Neron olduğunu bildiği "yedilerden biri", yaralanmış ama iyileşmiş biri geri dönmüş olacaktır.

Augustus'la başlarsak, Augustus, Tibere, Kaligula, Ciaude ve beşinci olan Neron var. Altıncısı, var olan Galba'dır ve Galba'nın tahta çıkışı, özellikle Galya'da, Galba'nın ardılı Othon tarafından yönetilen bir lejyonlar ayaklanmasının imi oldu. Öyleyse kitabımızın 9 Haziran 68'den 15 Ocak 69'a kadar hüküm süren Galba'nın hükümdarlığı altında yazılmış olması gerekiyor. Kitap, Neron'un geri dönüşünü çok yakın olarak önceden haber veriyor.

Ama şimdi sıra kesin kanıtta - sayıda. Bu da Ferdinand Benary tarafından bulunmuş ve o zamandan beri, bilim dünyasında hiç kimse bu buluşu yadsımamıştır. İsa'dan yaklaşık üç yüzyıl önce, Yahudiler harflerini sayı­ların simgeleri olarak kullanmaya başladılar. Kendilerini kurguya vermiş hahamlar bunda mistik bir yorum yöntemi, Tevrat'ın yorumlanmasını görüyorlardı. Kapsadıkları harflerin sayısal değerlerinin toplamı olan sayıyla gizemli sözcükler anlatılıyordu. Bu yeni bilimi, Ghematriah, geometri diye adlandırdılar. Bizim "Jean"ın burada kullandığı bilim de işte budur. İki şeyi kanıtlamamız gerekiyor: 1. sayının bir insanın adını içerdiğini ve bu adın Neron olduğunu ve 2. çö­zümün 666 ifade biçimi kadar 6 16 veren eski ifade biçimi için de geçerli olduğunu, İbrani harflerini ve değerlerini alalım:

(nun) n = 50
(resch) r = 200
(vau) için o =6
(nun) n = 50
(keph) k (q) = 100
(saınech) s = 60
(resh) r = 200

Neron Kesar, imparator Neron, Yunanca Neron Kaiser. Demek ki, eğer Yunan yazımını kullanmak yerine, Latince Nero Caesar'ı İbrani harflerle yazarsak, Neron'un sonundaki nun ortadan kalkar ve onunla birlikte 50 değer de azalır. Böylece öteki eski değere, 616'ya varıyoruz ve kanıtlama her açıdan eksiksizdir.  

Böylece bu gizemli kitabın içeriği bizim için bütünüyle açık. "Jean" önceden Neron'un yaklaşık 70 yılında geri döneceğini ve kırk iki ay boyunca, yani bin iki yüz altmış gün terör hükmü sürdüreceğini haber veriyor. Bundan sonra tanrı ortaya çıkacak, Deccalı yenecek, büyük kenti ateşle yıkacak ve şeytan bin yıl için zincire vuracak. Bin yıllık imparatorluk başlayacak vb. Bütün bunlar, kıyamet gününü hesaplamaya çalışan bilisizler dışında bugün bütün anlamını yitirmiştir. Bununla birlikte, üyelerinden biri tarafından çizilmiş hemen hemen bir ilkel Hristiyanlığın gerçek tablosu olarak, Yeni Ahit'in bütün öteki kitaplarının hepsinden daha değerlidir.



Friedrich Engels

18 Mayıs 2016 Çarşamba

TOPRAK SAHİPLERİ ÇEKİLİP GİTSİN! - HAMDAN KARMAT




Büyük bir sır var. Bu sırrı korumak için Firavun'un sihirbazları, Roma Kralı'nın yanındaki rahipler ve şimdi zenginlerin medyası durmak bilmeden çalıştı, çalışıyor ve çalışacak. Bu aslında bildiğimiz fakat görmezden geldiğimiz büyük sırrı açıklamanın zamanı geldi de geçiyor. Sömürülüyoruz. İliğimiz kuruyana kadar sömürülüyoruz. Sınırsız iştaha sahip bir avuç insan tarafından hepimiz sömürülüyoruz. Fabrikalarda elleri nasır tutan babamız, tarlada çalışmaktan beli bükülen anamız sömürülüyor. Elleri tüm dünyayı sarabilecek uzunlukta devasa bir hırsız hepimizden çalıyor. Bu hırsız kapitalizmdir.

Bu hırsızlık ve sömürü düzenini aşağılık bir yolla yapıyorlar. Bizden aldıkları buğdayı bizim emeğimizle öğütüp un yaparak daha pahalıya bize satıyorlar. Bizden aldıkları kömürü bizim emeğimizle bir torbaya koyup daha pahalıya bize satıyorlar. Allah'ın bize doğa aracılığıyla verdiği tüm nimetleri üzerlerinde bir emekleri olmadan satıyorlar. Yani hem halktan hem doğadan hem de Allah'tan çalıyorlar. Öyleyse onlardan hakkımızı almak çalmak sayılmaz. Bizim emeğimizi geri almamıza hırsızlık diyorlar ve bizi hücrelere kapatıyorlar. Bunun için de kendi yarattıkları fakat hepimizin uyması gerektiğini söyledikleri hukuku kullanıyorlar. Halkın adaleti sömürenlerin hukukuyla gelmeyecek!

Kapitalizm günümüzde en ücra köşelerde dahi etkisini göstermekte ve kendisinden coğrafi konumu değiştirerek kaçmak mümkün değil. Kaçacak yerimiz yok. Bizim sığınacağımız bir Medine'miz kalmadı. Ya direneceğiz ya da zincirleri biraz serbest bırakılan bir köle olmak için tüm ömrümüz boyunca sömürüleceğiz. Eğer direneceksek bu direniş gelişigüzel olmamalı. Bu direnişin hamurunu sağlam karmak için işçileri, köylüleri ve ezilen tüm insanları farkındalık ve mücadele bilinciyle donatmalıyız. Direnişin gerekliliğini bilenler olarak halkın bizim olması gerektiğini de bilmeliyiz. Halkla ne kadar birsek o kadar haklıyız.

Halkı sömürüden kurtarmak için tabandan bir harekete ihtiyaç olduğu sosyolojik bir gerçektir. Bu hareket barışçı, tüm yeryüzündeki canlılara değer veren, sömürüsüz bir düzen için mücadele eden bir hareket olmalıdır. Bu hareket kendi üretmelidir. Bu hareket kendini sömürenlerden emeğinin değerini zorla almalıdır. Bu hareket doğayla bütünleşmeli ve insanı özüne döndürmelidir. İşte ancak o zaman özgür oluruz.

Sömürgeciler bizden hammadde alamazsa sömürü çarkları kırılır. O halde artık onlara hammadde satmayı bırakalım. Yalnızca kendimize yetecek kadar üretelim. Bu üretimi de onlara bağlı olmadan gerçekleştirmenin yollarını bulalım. Bunu bir köyde dahi becerebilirsek tüm küresel emperyalizmin en büyük düşmanı haline geliriz. Çünkü küresel sömürge güçleri biliyor ki bunu becerirsek ellerindeki her şeyi alacağız. 

Halkla tamamen bütünleşmeyen bir direniş yok olmaya muhtaçtır. Halk ile bütünleşmenin yolu ise diyalektik ilişki kurmaktan geçer. Karmatiler'in propaganda için belirledikleri ilke bu konuda güzel bir özet niteliğinde; Halka karşı iyi bir mürşid ol irşad eyle; iyi bir mürid ol talep eyle! Ancak bu şekilde bir yerelleşme sağlayabiliriz.

Bizim içinde bulunduğumuz sosyolojik şartlar ve siyasi durum gereği elimizdeki en büyük koz topraktır. Toprak onu kullananındır ve biz de toprağı kullanacağız. Ona emek vereceğiz ve ondan karşılığını alacağız. Bunu da sisteme karşı yapacağız. İnsanın bizzat yaratmadığı, doğa tarafından kendisine karşılıksız bahşedilmiş bu zenginliği sahiplenmesi kabul edilemez. O halde toprak hepimizindir. Onu kullanırken kimseden izin almamıza gerek yoktur. Proudhon'un " Toprağın kirası kime düşer? Tabii ki toprağı üretene. Toprak kimin eseridir? Tanrı’nın. Öyleyse mülk sahipleri çekilip gitsin!" çığlığı tüm köylerde yankılanana kadar bize özgürlük yok, bunu anlamak gerekir.



                              Hamdan Karmat